KITALAR HAREKET EDER Mİ?
Yukarda depremlerden söz ettiğimize göre, onlara neyin neden olduğunu göz önüne almak mantıklı bir davranış olacaktır. Ve bunu yapmak için de önce kıtalar (anakaralar) hareket eder mi? diye sormalıyız. Kuşkusuz kıtalar masif bir kürenin parçası olarak yeryüzünün ekseni çevresinde dönüşü anlamında hareket ederler. Ancak kıtalar birbirlerine göre, göreceli olarak hareket eder mi?
Yanıt, açık seçik olarak “Hayır” şeklinde görünebilir. Kıtalar nasıl hareket edebilirler? Oysa, eski çağlarda bile insanların içinde kıtaların ya da onların bir parçası olan karaların hareket ettiği veya hiç değilse alçalıp yükseldiği şeklinde bir duyumsama vardı. İÖ 540 yılında Eski Yunan filozofu Xenophanes (Yaklaşık olarak İÖ 560 – 480), dağların yüksekliklerindeki kayaların içinde deniz kabuklarının bulunduğu ve bu nedenle bu dağların bir zamanlar suyun altından yükseldiklerini ileri sürdü. Filozofa göre, bu deniz kabuklan başlangıçta deniz düzeyindeydi ve her nasılsa yukarıya doğru dürtülmüşlerdi. Xenophanes bu düşüncesinde tümüyle haklıydı ama o çağda kendisini kimse ciddiye almadı.
1989 yılı dolayında Amerikalı yerbilimci Clarence Edward Dutton aynı düşünceyi daha karmaşık biçimde sunarak canlandırdı. Kıtaları oluşturan kayaların deniz dibindeki zemini oluşturanlara göre daha az yoğun olduklarını ileri sürdü. Bu nedenle, kıtaların okyanus tabanlarına göre oldukça yüksekte yüzdüklerine ve okyanus yüzeyinden yükseklere doğru tırmandıklarını belirtti. Dağlık bölgeler daha az yoğun olan kayaların üzerinde duruyor ve bu yüzden karaların genel düzeyine göre daha yüksek oluyorlardı. Dutton bu durumu dünya üst tabakalarının dengesi olarak adlandırdı. Ama, kıtalar ile kıta parçaları yükselerek ve alçalarak hareket etmişler ancak yanlara doğru hareket ettikleri görülmemiştir.
Bununla birlikte dünya haritası anlamlıydı: Amerika kıtası keşfedilip Atlas Okyanusu haritası yapıldığında tuhaf bir gerçek ortaya çıktı ve bunu ilk kez 1620 yılında İngiliz filozofu Francis Bacon (1561-1626) dile getirdi. Güney Amerika’nın doğu kıyı hattına bakarsanız şeklinin Afrika kıyı hattına dikkati çekecek biçimde uyduğunu görürsünüz. Haritaya bakıp da bir zamanlar Afrika ile Güney Amerika’nın tek bir kara kütlesiyken daha sonra ikiye bölünerek birbirlerinden ayrılmış olup olmadıklarını merak etmemek olanaksızdır.
1912 yılında Alman yerbilimcisi Alfred Lothar Wegener (1880-1930) sorunu ayrıntılarıyla ele aldı: Ve bu iki kıtanın okyanus tabanındaki ağır kayaların üzerinde yüzerek birbirinden uzaklaşmış olduklarını belirtti. Gerçekte Wegener tüm kıtaların tek bir kara kütlesini oluşturduğu kuramını ileri sürüyor; bu kütleye Eski Yunanca’da tüm dünya anlamına gelen Pangaea adım veriyordu. Daha sonra bu kütlenin parçalanarak birbirinden aynı kıtaları meydana getirdiği fikrini savunmaktaydı. Bu olaya da, kıtaların sürüklenmesi adını takmıştı. Bir bakıma haklıydı. Ama,
kıtaların okyanusun tabanı üzerinde yüzdüğü varsayımı iyi sonuç vermeyecekti. Tabanda yatan kayalar bu amaca yeterli olmaktan uzaktılar. Bu nedenle 1960’lı yılların sonlarında bu düşüncenin olanaksızlığı benimsenerek bir yana itilmesi gerçekleşti.
Ancak yeni bir fikir akla geldi: 1850’li yıllarda, Kuzey Amerika ile Avrupa arasında bir telgraf hattını kurmak üzere Atlas Okyanusu’nun altına karşıdan karşıya bir kablo döşenmesi girişimde bulunulmuştu. Amerikalı denizbilimci Matthevv Fontaine Maury (1806-1873) kablo içinde en iyi gidiş yolunu kararlaştırabilmek üzere iskandiller almıştı. Bu işlemde Maury 1854 yılında Atlas Okyanusu’nun ortasında her iki yakaya oranla derinliğin daha az olduğunu keşfetmişti. Bilim adamı okyanusun ortasında bir plato olduğuna inanarak ona Telgraf Platosu adını vermişti.
Okyanusun tabanında iskandiller almak (ya da bir başka değişle, denizin dibini yoklamak) güç bir işti. Ucunda ağırlıklar olan kilometrelerce uzunlukta bir halatı denize sarkıtmak, tabana vurduğunu duymak, halatı geriye çekmek ve sonra tabana varan halat boyunu ölçmek gerekiyordu. Bu çok yıpratıcı ve aynı zamanda sonuçları insana güven vermeyen bir etkinlikti. Karşıdan karşıya yapılan tek yolculukta amaca uygun ancak bir, iki ölçüm yapılabiliyordu. Ve Maury’nin çalışması yalnızca bir başlangıcı oluşturmuştu.
1872 yılında Charles Wyville Thompson (1830-1882) başkanlığında İngilizlerin denizde yaptığı bir keşif gezisinde 125.000 kilometrelik yol geçildi ve 6.4 kilometrelik bir halatla 372 kez derin su iskandili alındı. Sonraki yarım yüzyıl boyunca bundan daha iyi bir iş yapılamadı. Ancak o keşif gezisi, şimdi de deniz tabanının yalnızca çıplak bir portresini vermişti. Ama Birinci Dünya Savaşı sırasında seslerin yansıması ile yapılan iskandil denilen teknik geliştirildi. Bu teknikte insan kulağının duyamayacağı çok yüksek perdeden sesler kullanılıyor; o sesler okyanusu delip tabanına varıyor ve tabandan geriye belli zamanda
dönüyordu. Sesin gönderilmesi ile yansımanın geri gelişi arasında geçen zamanla okyanusun derinliği tahmin edilebiliyordu. 1922 yılında okyanusta bu tekniği kullanan bir Alman gemisi deniz tabanını tüm doğası ile tanımamızı sağlamıştı.
Okyanus tabanında en büyük keşifler William Maurice Ewing (1906-1974) tarafından yapıldı ve bunlar 1950’li yılların başında Telgraf Platosu’nun bir plato değil okyanusun ortasında kıvrımlar çizerek uzanan ve en sivri noktaları adalar oluşturan bir dağ sırası olduğunu gösterdi. 1956’da Ewing bu dağ sırasının Afrika kıtası boyunca uzandığını ve oradan Hint Okyanusu ile Büyük Okyanus’u geçerek Antarktika’ya kadar vardığını gösterdi. Bu, dünyanın kuşak sistemiydi ve adına Orta Okyanus Bayın denildi. Ve 1957 yılında adına Büyük Küre Çatlağı denilen derin bir fay ortaya çıkarıldı: Burada sanki yeryüzünün birbirine sıkıca uyan birçok platosu bir takım çatlaklar meydana getirmiş gibiydi. Bunlara da tektonik tabakalar adı verildi. Tektonik sözcüğü Eski Yunancadaki marangoz kelimesinden geliyordu. Çünkü, buradaki tabakalar usta bir marangoz elinden çıkmış gibi birbirine mükemmelen uymaktaydı.
Ve sonunda, 1962 yılında bir başka Amerikalı yerbilimci Harry Hammond Hess (1906-1969) tektonik tabakaları düşünerek oradaki maddelerin yezyüziinün dipteki bölgelerinden Büyük Küre Çatlağı boyunca fışkırdığını ve iki yakayı birbirinden ayırdığını ileri sürdü. Afrika’yı taşıyan yaka doğuya ve Güney Amerika’yı taşıyan yaka batıya itilirken ortadaki okyanus genişlemişti. Bu da, deniz tabanının yayılışı adı verilmeliydi. Hess’in ileri sürdüğü bu kavram kısa sürede diğer yerbilimciler tarafından benimsendi: Wegener’in daha önce belirttiği gibi, Güney Amerika ile Afrika başlangıçta tek bir kara kütlesiydi. Ancak yüzerek değil, bir kuvvetle itilerek birbirinden kopmuşlardı. Wegener doğru sonuca ulaşmıştı. Ama, olaya neden olarak kuşkulandığı mekanizmada yanılmıştı. Doğru olan yeni mekanizmaydı ve
şimdi yerbilim tümüyle tektonik tabakaların ağır gelişen hareketleriyle ilgilenmeye başlamıştı.